GENOCIDE-1915-ERMENİ SOYKIRIMI

 

Don't Forget!  Unutma, Unutursan Tekrarlarsın!

 

         

Anasayfa


HAZIRLAYAN: Prof. Dr. Vahakn N. Dadrian

ÇEVİREN: Attila Tuygan

Katliamlar süreci...
Abdülhamit dönemi katliamlarının kapsamı ve yoğunluğu, hükümdarın kanlı istibdadının uygulanması için yerel ve uluslararası düzlemde imkan veren geniş bir alan bırakıldığını göstermiştir. Fakat bu istibdadın dokunaçları Hıristiyan Ermenilerin ötesine, -katliamlar biçiminde olmasa da, çok çeşitli bireysel eziyet yöntemleri aracılığıyla- Müslüman cemaatlerine dek ulaşıyordu. Bunun sonucunda, Ermeni ihtilalcilerinden seçilmiş bir grup, özellikle Taşnaklar, 'Kızıl Sultan'ı devirmeye çalışan Jön Türk ihtilalcilerine el uzattılar. Birarada gerçekleştirilen toplu gösteriler ve yeni bir Müslüman-Hıristiyan birlik ve dayanışması dönemini müjdeleyen yaklaşımlarla, yeni bir rejime geçildi. Padişahın başlangıçta, yalnızca kendi çıkarı gereği bir yıl içinde askıya almak üzere benimsemiş olduğu 1876 Teşkilatı Esasiye Kanunu yeniden yaşama geçirilerek, monarşinin anayasal modeli onarıldı. Fakat Ermenilere yönelik yeni bir katliama yol açan bazı olayların gelişimi, bu Müslüman-Hıristiyan birliğinin oluşmasının ne denli zayıf bir ihtimal olduğunun ve yeni Anayasa'nın getirdiği garantilerin zayıflığının altını çiziyordu.
Yeni Jön Türk Rejimi, İttihad ve Terakki Cemiyeti, kısaca İTC'nin kurucuları tarafından savunulan laik ve eşitlikçi düşüncelerden mutsuz olan köktendinci İslamcılar ve şeriat savunucuları, kısa sürede bastırılan bir ayaklanma yarattılar. Ancak aynı anda Adana kentinde ve çevresinde, yaklaşık 25.000 Ermeni'nin kurban düştüğü ve tarihsel düzlemde 1909 Adana katliamı olarak bilinen önemli bir yangın başladı. I. Dünya Savaşı soykırımı da dahil olmak üzere, acımasızlığı Ermenilere karşı yürütülen tüm diğer kitlesel cinayetleri kat be kat aşan bu kan banyosunun patlak vermesiyle ilgili bazı faktörler söz konusudur. Bu faktörler arasında en başta geleni, bazı İslam liderleriyle ve monarşiyle anılan yerel askeri zabitlerle birlikte kan banyosunun gelişimine isteyerek katkıda bulunan, kısmen etkisini yitirmiş hükümdardan soğumuş adamların sayısının çokluğuydu. Bir başka faktör de, yakınlardaki Zeytin Dağında bulunan savaşkan Ermeni dağcılarının saldığı korkuyla 1894-1896 katliamlarının faillerinin hışmından kurtulmuş bölge Ermenilerinin zenginliğiydi.
Bu zenginlik, faillerin açgözlülüğü açısından bir mıknatıs işlevi görüyordu. Aynı derecede önemli bir faktör de, bazı Ermeni cemaat liderlerinin saldırgan milliyetçiliğiydi.
Özgürlük sözcüğünün büyüsüyle sarhoş olmuş bu Ermeniler kendilerini yüzyıllardır süren Osmanlı-Türk boyunduruğundan kurtulmuş hissedip, böylece eski Müslüman derebeylerine meydan okuyarak cüretkar milliyetçilik heveslerini açığa vurdular. Ancak, en önemli faktör, İttihad ve Terakki Fırkasının, gelecekteki Ermeni Soykırımının mimarlarından biri olan Dr. Mehmet Nazım'ın başını çektiği Selanik şubesi liderlerince desteklenen gizli, kışkırtıcı rolüydü. Bu liderler, iki aşamalı Adana katliamında yerel İTF üyelerini ve işbirlikçilerini şifreli mesajlarla yönetmişlerdi. (1/14 Nisan-14/27 Nisan 1909).
Katliamlar sonrasında gerçekleştirilen iki resmi tahkikat, katliamın önceden tasarlanmış ve organize edildiş olduğunu gösteriyordu. Ermeni kökenli İTF mebusu (Hagop Babikyan) tarafından gerçekleştirilen tahkikat, baş suçlunun İTF olduğuna işaret ediyordu. Babikyan, konunun tahkik edilmesi için bir Türk mebusu (Yusuf Kemal) ile birlikte Osmanlı Meclisi tarafından atanmıştı. Diğer tahkikatın sonuçları Osmanlı Meclisi Mebusanında yapılan bir gensoru sırasında Sadrazam Hilmi Paşa tarafından açıklandı. Bu açıklamada 'ani bir saldırıyla Ermenileri katle ve talana ikna edilen rezil mücrimler'den söz ediliyordu. Yine de esas örgütleyiciler çok ufak cezalar aldı, olaylardan sağ kurtulan kurbanlar açısındansa memnu hakların iadesi veya tazmin söz konusu olmadı. Ağır bir cezadan muaf tutulan kitlesel cinayet açısından bir teminat niteliği sayılan kurban halkın zayıflığı bir kez daha kanıtlanmış oldu.

Beklenen Soykırımın Başlangıcı

Abdülhamit ve Jön Türk rejimlerini birbirine bağlayan Ermeni katliamları döneminin bütünlüğü içinde, merkezden yönetilen bir organizasyon modeli yatmaktadır. İlkinin merkezinde bir saray danışmanlar kurulu yer alırken, ikincisinde İTF'nin üst düzeylerinde büyük etkisi olan komplocu bir hizip rol oynamıştır. Her iki olayda da örgütleyiciler devletin anahtar aygıtlarının kontrolünü ele almayı başarmışlardır. Osmanlı İmparatorluğunun Ermeni nüfusunun durumunun giderek kötüleşmesi ve mevcut Türk-Ermeni ihtilafının ağırlaşması, bu İTF rejiminin benimsemiş olduğu yeni bir Türk milliyetçiliği politikasının doğuşuyla eşzamanlıdır. Bu politika paralelinde, İTF bir dizi adım attı. Tabanı genişletmek ve yeni kaynaklar yaratmak üzere, İTF'nın patronu ve sık sık Dahiliye Nazırı Mehmet Talat, imparatorluğun her köşesinde yeni hücreler ve kulüpler yarattı. Buna ek olarak, çoğu İTF'na aktif parti üyeleri olarak katılan çok sayıda subayı görevlendirerek önemli güç elde etti. Bu arada, İTF'nın Merkezi Umumisi çok önemli bir yapısal değişikliğe gitti. Üye sayısını yediden on ikiye çıkartan fırka liderleri üç adama, çok etnikli Osmanlıcılığın yerini ayrımcı Türkçülüğe bırakarak İmparatorluğun Müslüman olmayan unsurlardan temizleneceği yeni bir uyruklar politikasını kararlılıkla yürütme imkanı verdiler. Daha da önemlisi, bu üç adam, Dr. Behaeddin Şakir ve Dr. Mehmet Nazım ve fırka ideologu Ziya Gökalp, birkaç yıl içinde, yani I. Dünya Savaşı süresince, Ermeni Soykırımının baş mimarları olduklarını kanıtlayacaklardı.
Hıristiyan tebaalarla olan ihtilafın giderek savaşa evrildiği Balkan yarımadasında yeni bir kriz doruğa tırmandı. Osmanlı yöneticilerinin 1912 yazında Makedonya'da işledikleri korkunç katliama tepki gösteren eski Osmanlı tebaaları Rumlar, Sırplar ve Bulgarlar Makedonya'daki kendi ihtilaflarını bir kenara koyarak, müştereken savaş ilan ettiler. Birkaç hafta içinde Osmanlı orduları tamamen yenilgiye uğratıldı ve Balkanlardaki Osmanlı egemenliği sona erdi ve on binlerce Müslüman mülteci kaçmak ve İstanbul'un her köşesinde sığınacak yer aramak zorunda kaldı. Bütün bu nahoş olaylar çerçevesinde, Ermeni cemaatinin çeşitli önderlik grupları küllenmekte olan Ermeni Reformu konusunu bir kez daha canlandırmaya karar verdi. Avrupa başkentlerine, Büyük Devletleri, yeni bir reform şemasını kabul etmesi için Türkiye'ye baskı yapmaya seferber etmeleri ricasıyla heyetler gönderildi. Çetin ve yorucu görüşmeleri takiben, İTF liderliği 8 Şubat 1914'de, ilk kez Avrupa'nın gözetim ve denetimini şart koşan yeni bir Reform Mutabakatı imzalamak zorunda kaldı.
Dahili düşman'
23 Ocak 1913'de ikinci bir darbeyle Osmanlı Devletinin tüm kontrolünü eline geçiren İTF liderleri, neredeyse tüm muhalif grupları tasfiye etmelerinin ardından hiç zaman kaybetmeden imparatorluğun monolitik diktatörleri oldular; ve geniş yetkilerle donanarak, Ermeniler baş hedef olacak biçimde imparatorluğu zorla Türkleştirme planlarını uygulamaya soktular. İTF kendilerini bu göreve hazırlayıp, sonunda I. Dünya Savaşının patlak vermesine varan uygun bir fırsat beklemeye koyuldu.
Soykırım suçunun büyüklüğü bu suçun koşullarının önemini vurgular. Bu bağlamda savaş, oportünizmin ve kendini beğenmişliğin failleri harekete geçirecek ve hatta cesaretlendirecek biçimde bir araya geldiği eşsiz bir ortam sunar. Oportünizmin kaynağı hedefteki kurban grubun zayıflığı iken, savaşın sonuna doğru kendini gösteren yenilgi, failler tarafından hemen hemen her zaman 'dahili düşman' olarak nitelenen bir gruba karşı gaddarca önlemlere başvurmanın mantığı olarak kullanılır. Bu, I. Dünya Savaşı Ermeni Soykırımını biçimlendiren genel çerçevedir.
Osmanlı ordularının, Sarıkamış ve Dilman'dakiler dahil olmak üzere, 1915 kış ve baharında karşılaştığı birkaç büyük askeri yenilgi, düşman Rus Kafkas Ordusuna katılan Ermeni gönüllü birliklerinin askeri rolüne bağlandı, ki üç birlik kısmen eski Osmanlı vatandaşı olan askerlerden oluşuyordu. Ermenilerin, vilayetin Ermeni nüfusuna karşı beklenen katliama direnmek üzere dağa çıktıkları 1915 Nisanındaki Van isyanı da Ermenileri 'dahili düşman' olarak niteleme konusunda ihtiyaç duyulan silahı sağladı.

Soykırıma başvurma

Herhangi bir başka büyük suçtan farklı olarak, soykırım, eğer bir devlet örgütü tarafından girişilmişse, yalnızca asgari düzeyde başarılı olmak için değil, niyet ve sonucu gizlemek veya kamufle etmek için de ayrıntılı hazırlıklar gerektirir. I. Dünya Savaşı sonrasındaki divanı harbi örfiler sırasında, ilgili resmi adli gazetede Ermenilerin toptan imhasının 'taammüden' işlendiği ve tehcirlerin buna yönelik bir araçtan başka bir şey olmadığı belirtilmişti.
Bu mahkemede alınan yeminli ifadesinde, III'ncü Ordu Kumandanı Vehip Paşa, bu taammüt gerçeğinin altını çizerken 'kasten' sözcüğünü kullanıyordu. Dahası Osmanlı İmparatorluğunun savaş müttefikleri İmparatorluk Almanya'sının ve İmparatorluk Avusturya-Macaristan'ının resmi belgeleri bu taammüt olgusunu teyit etmektedir.
Savaşın patlak vermesinden birkaç hafta içinde, Türkiye 'silahlı tarafsızlık' konumunu sürdürürken, Teşkilatı Mahsusa'nın yeni oluşturulan çeteleri Türkiye'nin doğu bölgelerindeki Ermeni nüfusuna karşı bir yıldırma ve terör kampanyası başlattı. Türkiye'nin savaşa katılmasını takiben Rus Kafkas Ordusunu çevirme ve yok etme planları felaketle sonuçlanırken, bu çetelere yeni ve kesin bir görev verildi: katil takımları olarak hareket edecekler ve sayısız Ermeni tehcir kafilelerine saldıracaklardı. Merkezi Erzurum'da bulunan Şarkî Teşkilatı Mahsusa'nın başı Dr. Behaeddin Şakir, bu görevin yerine getirilmesi için İTF'nın güçlü Merkezi Umumisinin onayını almak üzere Osmanlı başkentine özel bir yolculuk yaptı. Geniş kapsamlı ve pervasız bir genellemeyle Ermeniler hain olarak nitelendirilip, 'dahili düşman' olarak hedefe yerleştirildiler. Ender de olsa Ermenilerin, diğer Müslüman gruplar, özellikle Kürtler ve de Türkler arasında yaygın firar, casusluk ve sabotaj eylemleri ve aynı dönemlerdeki Van isyanı istenen fırsatı yarattı. Bütün bunlar rastgele ve fark gözetmeksizin girişilen misillemeler için bahane olarak kullanıldı.
Planlanan imha eylemlerinin gerçekleşmesine yönelik mekanizmaları oluşturmak için İTF önderliği ilkin Meclisi tatil edip, tüm devlet otoritesini yasama organından yürütme organına devretti. Kısa süre içinde Yürütme ülkeyi, Osmanlı Teşkilatıesasiye Kanununun 36. Maddesi ve İTF tüzüğünün 12. Maddesince öngörülen Muvakkat Kanunlarla yönetmeye girişti. Bu bağlamda, 13/26 Mayıs 1915'de Dahiliye Nazırı Talat, imparatorluğun Ermeni nüfusunu tümüyle köklerinden kopartmayı ve nihayetinde imha etmeyi amaçlayan Muvakkat Tehcir Kanununu Osmanlı Kamarasından geçirdi. Umumi Seferberlik kararnamesiyle aylar öncesinden askere alınmış sağlıklı Ermeni erkeklerinin kademeli biçimde tasfiyesi zaten uygulamadaydı.
Soykırım amaçlı eylem alanının organizasyonu bir takım faillere ve gruplara bırakıldı. Bunların en önde geleni askerdi. Bir yanda, tehcir kafilelerinin lojistiğinin düzenlenmesi, diğer yanda bu kafilelerin Teşkilatı Mahsusa çetelerinin tuzaklarıyla katledilmesi işlerinin koordinasyonu Osmanlı Erkanıharbiyeiumumiyesi II. Daire şefi Erkanı Harp Miralayı Seyfi'ye verildi. Bu çeteler genelde, imparatorluğun katliam faaliyeti için özellikle seçilmiş ve hapishanelerden tahliye edilmiş 'kanlı katil' suçlulardan oluşuyor ve genç muvazzaf ve ihtiyat zabitlerince komuta ediliyordu. Aynı zamanda üç ordu kumandanı anahtar rol oynuyordu. III
. Ordu Kumandanı Mahmut Kamil Paşa'nın askeri ve sivil yetkileri Osmanlı Ermeni halkının Sivas, Trabzon, Harput, Diyarbakır, Erzurum, Bitlis ve Van vilayetlerini içeren en büyük yerleşim alanını kapsıyordu. İTF Merkezi Umumisiyle yapılan bir düzenlemeyle, bu göreve atanan ve bu denli çok sayıda Ermeni'nin zor yoluyla tehcirini düzenleme konusunda Erkanıharbiyeiumumiyesinden 'talep olunan' izni alan bu paşaydı. Şark Ordu Grupları Kumandanı Halil Kut Paşa ve IVnci Ordu Kumandanı Ali İhsan Sabis Paşa, kendi ordularına mensup tüm Ermeni askerleri kararlı biçimde tasfiye ettiler ve komutaları altındaki bölgelerin sivil Ermeni halklarının toptan katlini emrettiler.