GENOCIDE-1915-ERMENİ SOYKIRIMI
|
|
|
|||
|
|||||
|
Türk Ermenisiz, Ermeni Türksüz olmaz!
Cumhurbaşkanı Abdullah Gülün, 6 Eylüldeki maç dolayısıyla Erivana gidip gitmeyeceğini açıklamasını beklerken şöyle bir muhasebe yaptım, bilmem katılır mısınız? Bundan 93 yıl önce Ermenilerin başına gelenin adını hâlâ koyamadık. 85 yıllık Cumhuriyet tarihinde sadece dört Ermeniyi parlamentoya layık gördük. Sivil ve askeri bürokraside ise Ermenileri görmek mümkün olmadı. Ermenice yer isimlerini, Ermeni yazarlarını, sanatçılarını, mimarlarını, devlet adamlarını unutturmaya çalıştık. Ermeni kültür varlıklarını camiye, okula, kışlaya olmadı ahıra çevirdik, olmadı yıktık. 1942de Varlık Vergisiyle, 6-7 Eylül 1955te yağma ile Ermeni işadamlarını belini doğrultamaz hale getirdik. 1974ten sonra Ermeni vakıflarının mallarına el koyduk. Sonunda nüfuslarını 70 bine indirmeyi başardık. DİL YARALARI Okul kitaplarına Ermenileri düşman gösteren ifadeleri doldurduk. Ermeni öğrencileri Ermeniler aleyhine kompozisyonlar yazmaya zorladık. Ermeni dölü, Ermeni piçleri, maalesef Ermeni diyen bakanlar, imamlar, aydınlar, futbol taraftarları, tarih kurumu başkanları tanıdık. Ermenilerin 1930larda ve 1980lerde tutulan dönme fişleri ile tehdit edilişine şahit olduk. Ermeni cemaatinin dini liderine, gazetelerine tehdit mektupları gönderenlerin kovuşturulmadığını ya da cezalarının tecil edildiğini duyduk. Ermeni cemaatinin en uzlaşmacı önderini kalleşçe arkasından kurşunlayanların devletin çeşitli kademelerince kollandığını gördük. 70 milyonluk koskoca Türkiyenin sıkıntı içindeki 3 milyonluk küçücük Ermenistanı tanımamak için bin dereden su getirişini izledik.
AD KOYMAK Peki, bugün bu kadar küçük bir gruba böyle davrananların, 1915te iddia edilen şeyleri yapmadığına dünyayı inandırabilir miyiz? Dünyayı bırakın, kendimizi inandırabilir miyiz? Bence, bugün pek çok Ermeni için soykırım terimi, sadece 1915te yaşananları tanımlayan hukuki bir terim değil, 90 yıldır Ermeni cemaatine, kültürüne, tarihine, devletine, diasporasına, insanına yönelttiğimiz sistematik yok saymanın, inkarın, dışlamanın, düşmanlığın ortak adı. Başkasının acısına bakmayan, başkası ile ilgilenmeyen, başkasını anlamaya çalışmayan bir toplumun, bir halkın gelişmişlik düzeyinden şüphe etmek gerekir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Abdullah Gülün Erivanın davetini kabul etmesi, stratejik faydalarından çok aşağıda özetini vermeye çalışacağım 90 yıllık kilitlenme halini çözmesi açısından önemli.
BU TOPRAĞIN İNSANLARI Kilikyadan Kafkasyaya uzanan Ermenistan ülkesi, ırmaklar açısından pek şanslıydı ama jeopolitik açıdan durum tam tersiydi. Roma ve onun mirasçısı Bizans ile Persler ve Araplar arasındaki bitmek tükenmez savaşlar sırasında defalarca işgale uğradı, halkları katledildi ve sağa sola savruldu. Ermeniler, 10. ve 11.yüzyıllarda Kilikya bölgesinde, Haçlı ordularının da desteği ile üç asır kadar bağımsızlığını korumayı başaran Kilikya Krallığı döneminde altın çağlarını yaşadılar. Krallık 1375te sona erdi ama Ermeni Apostolik Kilisesinin Katalikosluğu 1441 yılına kadar burada kaldı. Bu yıllarda bir kısım Ermeni bölgede kalmayı seçerken, diğerleri İtalya, Rusya, Suriye ve Fransaya doğru yollara düştüler. MİLLİYETÇİLİĞİN DOĞUŞU 1453ten itibaren Ermeni ülkesi, Osmanlı İmparatorluğu ile İrandaki Safeviler arasında ikiye bölündü. Fatih Sultan Mehmedin Kilikyada, Batı Anadoluda ve Bulgaristan dolaylarında yaşayan Ermenileri başkente davet etmesiyle başlayan bu yeni dönemin özelliği belli bölgelerde ihtida yoluyla asimilasyona karşın, bir bölüm Ermeninin millet düzeni içinde varlığını sürdürmesine izin verilmesiydi. 17. yüzyılın başlarından itibaren dünyanın yerlerinde Ermeni ticaret diasporaları boy göstermeye başladı. İlk milliyetçi duyguların filizlenmesi de bu dönemde oldu. Ermenice sözlükler, şiirler, gazeteler ve tarih kitapları basılıyor, Katolik Mıkhitarist papazlar milliyetçi düşünceleri diasporalara yayıyordu. İlk Ermenice gazete Hindistanda, Madrasta 1794 yılında yayımlandı. Ama Osmanlı ülkesindeki milliyetçi uyanışın bedeli acı oldu. Gereken reformların bir türlü yapılmayışı sonunda Ermeniler ve Osmanlı devleti karşı karşıya geldiler ve 1894-1895 Sason (bugün Batmana bağlı) ve 1909 Adana Olayları yaşandı.
OSMANLIDAN KOPUŞ 1908de Meşrutiyetin ilanını coşkuyla karşılayan gayrimüslimler, İttihat ve Terakkinin (İTC) Abdülhamit döneminin politikalarını devam ettirip, Müslüman halkları milleti hâkime sayacağını anlayınca aynen Avrupada olduğu gibi kendi ulus-devletlerini kurmaya yöneldiler. İttihatçıların Maliye Bakanı Cavit Bey, Balkan Savaşlarının arifesinde, Samatya mitinginde Ermeni vatandaşları hükümete karşı ne kadar şikâyetçi olsalar da, onlar memleketin buhranlı anlarında derhal yardıma koşmayı bilirler. Emin olun efendiler, Türksüz Ermeni olmaz, Ermeni Türkün vatan kardeşinden fazla öz kardeşidir demişti ama 1912de Dünyaya dehşet veren Osmanlılarız, Yaşasın Ordu yaşasın harp, Arş Osmanlılar Tuna hattına, Sofyayı da Filibeyi de alacağız! sloganlarıyla ve büyük hayallerle girilen Balkan Savaşlarından büyük can ve toprak kayıpları ile çıkıldığında, çoğu Rumeli kökenli olan İttihatçı önderler ciddi bir şoka girdi. Savaş sırasında Kafkasyalı Ermenilerin Bulgar ve Sırp saflarında Osmanlılara karşı savaşması alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Osmanlı Ermenileri ise hem Balkan yenilgisi ile merkezî hükümetin güçsüz düşmesinden, hem de Rusyanın kendilerini kollamaya niyetli olduğunu ihsas ettirmesinden dolayı oldukça cesaretlenmişlerdi. Bu ortamda, Hınçaklar ve Taşnaklar tarihlerinde nadir rastlanan bir işbirliği yaparak, Sadrazama bir mektup yazdılar ve Doğu vilayetlerindeki talan ve cinayetlere katılanların cezalandırılmalarını talep ettiler. Sonuçta İttihatçı rejim 8 Ocak 1914te uluslararası baskılarla Doğu vilayetleri için önemli bir reform planı imzalamak zorunda kaldı. Aslında Doğu vilayetlerinde reformların yapılması gerekiyordu; ama bu mesele aynı zamanda büyük devletler arasındaki çıkar çatışmasının yeni bir malzemesiydi.
İplerin kopması ise altı ay sonra oldu. İTC Merkez Komitesi adına Bahaeddin Şakir, Ömer Naci ve Hilmi Beyden oluşan bir heyet yanlarında Gürcü ve Azeri temsilciler olmak üzere, Taşnaksutyunun 28 Temmuz-14 Ağustos 1914te Erzurumda yapılan VIII. Dünya Kongresine gittiler. İddialara göre, Osmanlı hükümeti, Kafkasyayı Rusyanın etki alanından çıkarmak ve daha sonra bağımsızlık vermek için Ermenilerden yardım istemişti. O günlerde, uluslararası ortamı lehlerine gören Ermeni tarafı bu teklifi reddetmişti. Yelkenlerini Avrupadan esen milliyetçilik rüzgârıyla şişirmiş olan Ermeni milliyetçilerinin kafasındaki plan, çok değil beş yıl sonra, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kafasında şekillenecek plana benziyordu. Bu köhnemiş, çürümüş, sorunlara çare bulma yeteneğini yitirmiş İmparatorluktan ayrılarak kendi ulus-devletlerini kurmak.
ZEYTUN VE VAN OLAYLARI Bir süredir Osmanlılık ideolojisinden ümitlerini keserek rotayı Türk milliyetçiliğine çevirmiş olan İttihatçılar artık Ermenilerin desteğini alamayacaklarını hatta köstek olacaklarını anlamışlardı; ama onları ülkeden çıkarmak için iyi bir bahane gerekiyordu. Tam bu sıralarda Zeytun (bugün Kahramanmaraştaki Süleymanlı) olayı yaşandı. Türk tarafının anlattığına göre Osmanlı ordusuna katılmayı reddeden 60 kadar asker kaçağı 30 Ağustosta silahları ile Zeytuna gelmiş, civar köylerden katılanlarla birlikte sayıları 500-600 civarına ulaşan Ermeni gençleri Zeytunun en sağlam yeri olan, Aziz Astvatsatsin Manastırına sığınmışlardı. Bu gençleri Binbaşı Hurşit Bey kumandasındaki 22. Alay, bir nizamiye taburu, Halep Mürettep tümeninden üç depo taburu, iki süvari bölüğü ve iki dağ topu teslim almaya gelmişti. Bu eşitsiz güçler arasında 25 Mart 1915 günü sabahtan akşama kadar devam eden çarpışmalar sonucunda, Ermeni tarafı 37 ölü 100 kadar yaralı, Türk tarafı ise 26 yaralı, biri binbaşı olmak üzere sekiz ölü vermişti. Silahlı çatışma esnasında Zeytun Belediye Başkanı Nazaret Çavuş öldürülmüş, ölüsü ibreti-i alem için Maraşa getirilerek teşhir edilmişti. Ardından Van olayları patlak verdi. Gerçi, Türk kaynaklarının da kabul ettiği gibi Ermenilerin ayaklanmasında bölgenin genç ve tecrübesiz valisi Cevdet Beyin katı politikalarının rolü büyüktü ama sonuç olarak Van kalesi, Mart 1915te Ermenilerin yardımı ile Rusların eline geçmişti. Bu iki olay İttihatçılara uzun süredir hazırlığını yaptıkları bir planı yürürlüğe koyma bahanesi yarattı. 24 Nisanda İstanbuldan Ayaş ve Çankırıya doğru yola çıkarılan ilk kafileyi diğerleri izledi ve Osmanlı Devletinin tüm Ermeni tebaası Suriyedeki Der Zor çöllerine sürüldü. Ayrıntısına girmeyeceğiz ama peşinen söyleyelim ki, sürgünler siyasi açıdan radikalleşmiş Doğu eyaletleriyle ya da savaş hatlarıyla sınırlı kalmadı, ülkenin en asude bölgelerini de kapsadı. İddia edildiğinin tersine İstanbul ve İzmirden de sürülenler oldu. Sadece ayrılıkçı gruplar değil, Osmanlı idealine yürekten bağlı gruplar da sürüldü. Sadece eli silah tutanlar değil, kundaktaki bebeler ve ölüm döşeğindeki hastalar da sürüldü. Sadece Gregoryenler değil, Katolikler ve Protestanlar da sürüldü. Bazı yerlerde hazırlık için 15 gün veren insaflı yöneticiler vardı; ama çoğu yerde üzerlerine bir hırka bile almalarına izin verilmeden yola çıkarıldılar. Uzatmayalım, tam 17 ay süren tehcirin bilançosu çok ağır oldu. Tehcirin baş mimarı Talat Paşa bile anılarında Esas olarak askeri bir önlemden başka bir şey olmayan göç ettirme, vicdansız ve karaktersiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır demişti. (Talat Paşanın Anıları, Yay. Haz. Alpay Kabacalı, İstanbul:Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006, s. 72) 1918de savaş suçlarını soruşturmak üzere kurulan Mustafa Arif (Deymer) başkanlığında kurulan Osmanlı Dahiliye Nezareti Komisyonunun raporuna göre Birinci Cihan Harbinde ölen Ermeni sayısı 800.000di. (Vakit, 15 Mart 1919) 1928de Genelkurmay Başkanlığının bir belgesinde Anadolu, bu maada, Vilâyat-ı Şarkiye Müslümanlarından savaş işlemleri yüzünden veya mülteci olarak 500.000 ini kaybetmiştir. 800.000 Ermeni ve 200.000 Rum da katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür deniyordu. (Aktaran Hikmet Bayur, Türk İnkilap Tarihi, C. III, Kısım IV, Ankara:Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991, s.787.) Resmi tarihçi diplomat Kâmuran Gürün bile Binaenaleyh hangi hesabı yaparsak yapalım Türkiye Ermenilerinin Birinci Cihan Harbi içinde her türlü sebepten zaiyat (harp halinde bir toplum olduğu için bu tabiri kullanıyoruz) miktarı 300 bini geçmez diyerek ciddi bir iskonto yapmıştı ama ortada büyük bir katliam olduğunu inkar edememişti. (Ermeni Dosyası, s. 227.)
DİASPORA OLMAK Bu yolculuktan sağ çıkmayı başaranlar dünyanın dört bir yanındaki Ermeni diasporalarını oluşturdular. Bugün Rusyada 2 milyon, ABDde 800 bin, Gürcistanda 320 bin, Fransada 350 bin, Ukraynada 150 bin, Lübnanda 110 bin, İranda 100 bin, Suriyede 80 bin, Arjantinde 60 bin, Türkiyede 60 bin, Kanadada 100 bin ve Avustralyada 60 bin kişilik cemaatler yaşıyor. Ayrıca sayıları 3 bin ila 25 bin arasında olmak üzere İngiltere,Yunanistan, Almanya, Brezilya, İsveç, Mısır, Ürdün, Irak, Kuveyt, Körfez Emirlikleri, İtalya, Belçika, Hollanda, Avusturya, Romanya, Bulgaristan, Venezuela, Macaristan, Özbekistan, Etiopya ve İsviçre diasporaları var. (Bu arada ülke sayısını 60a, bazıları 85e çıkaranlar da var.) Böylece ihtiyatlı tahminlere göre 5-6 milyon Ermeni diasporada yaşıyor. Türkiyede Ermeni denince akla ilk gelen diaspora kavramı, pek çok kişide Türk düşmanlığı, uzlaşmazlık ve çözümsüzlük gibi negatif çağrışımlar yapar. Diaspora terimi iki Yunanca sözcükten, speiro (=tohum saçmak) ve diadan (=baştan başa) gelir. Terim antik dönemden itibaren Yahudiler için Babilden sürüldükten sonar dünyanın dört bir yanına dağıldıkları sürgünü, Yunanlılar için ise koloni toplumlarını tanımlamıştı. Bugün ise savaş, kıtlık, baskı veya zulümden, ticaret veya daha iyi bir yaşam kurmaya kadar her türlü nedenle anayurtlarından ayrılmak zorunda kalmış tüm gruplara diaspora deniyor. Geleceğin dünyasının devletsiz güç diye adlandırılan diasporaların dünyası olacağını söyleyenler haklı görünüyor çünkü çoğu diasporanın tarihi ulus-devletlerin çoğundan eski, kapladığı alan ve nüfusu daha fazla. Bugün sadece AB ülkelerinde 150ye yakın diaspora grubu yaşıyor ve bazı bilim adamları bu yüzden ABye DiasEuropa adını takıyorlar. Hangi tipe girerse girsin, tüm diasporaların ortak özellikleri var. Bunlardan ilki, anavatan hatıralarının canlı tutulması, anavatana ilişkin mitolojiler yaratılması ve bunların gelecek kuşaklara aktarılması. İkincisi, halen yaşadıkları ülkenin kendilerini gerçekten kabul edeceğine dair inançsızlık, kendilerini kısmen ya da tamamen dışlanmış hissetmek, bu yüzden ata toprağını gerçek ve ideal ev sayarak, kendileri ya da çocuklarının, koşullar uygun olduğu zaman mutlaka oraya göç etmeleri gerektiğini düşünmek. Üçüncüsü, dönüş gününe kadar ayakta kalması için anavatana yardım etmek, güvenliğini sağlamak. Son özellik ise, dönüş gününe kadar yok olmadan kalabilmek için etnik temelli grup bilincini sürdürmek, dayanışmak ve örgütlenmek. Ermeni diasporası da tüm bu özellikleri gösteren tipik bir diaspora. Üstelik küreselleşme çağında, ulus-devletlerin bile bütünlüğünü korumakta güçlük çektiği görülürse, Ermeni diasporasının kimliğini korumak için ne kadar uğraş vermesi gerektiği açık. Kış Ruhu (Metis Yayınları, İstanbul, 2000, s. 28-42) adlı makalesinde sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış umarsız bir gediktir, özdeki hüznün üstesinden gelmek mümkün değildir çünkü sürgünde edinilen kazanımlar sonsuza kadar arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır diyen Filistin asıllı bilim adamı Edward Said, Nubar adlı bir Ermeni arkadaşının öyküsünü anlatır. Nubarın ailesi 1915te Türkiyeden ayrılıp önce Halepe sonra Kahireye gitmiştir. 1967 savaşından sonra hayat Mısırlı olmayanlar için zorlaşmaya başlayınca bir yardım kuruluşunca ailecek Beyruta götürülürler. Beş paraları olmadığı için sekiz ay bir evde tıkılı kalırlar. Ardından sırasıyla Glasgowa, Gandere, New Yorka ve Seattlea götürülürler. Nubar için Seattle soydaşlarının kırıma uğradığı Türkiyeden, hiç tanımadığı Ermenistandan, hayatının tehlikede olduğu Lübnandan iyi bir yer olmaktan başka anlam taşımaz diyen yazarın anlatmadığı zorlukları, sıkıntıları, acıları stahayyül etmek ise bize düşer.
CUMHURİYET DÖNEMİ POLİTİKALARI Aslında, bugün adının tehcir mi, mukatele mi, kıtal mi, katliam mı, kırım mı, soykırım mı olduğuna bir türlü karar vermediğimiz 1915-1917 arasında yaşananlar hakkında konuşmak o günlerde zor değildi. Ancak 1920den itibaren tartışmanın niteliği değişmeye başladı. Çünkü, o günleri hatırlamak bazılarının hoşuna gitmiyordu. Kimdi bu bazıları? Yaşamı boyunca Mustafa Kemalin yanından ayrılmamış olan Falih Rıfkı (Atay), Çankaya kitabında savaş bittikten sonra İtilaf Kuvvetlerinin savaş ve tehcir suçlarını soruşturmaya başlaması üzerine ne kadar gocunan varsa silahlanıp bir çeteye katıldığını anlatır. Hakikaten de, Yenibahçeli Şükrü ve Nail beyler, Deli Halit, Küçük Kazım, İpsiz Recep, Dayı Mesut, Kara Aslan, Kel Oğlan, Giritli Şevki, Çerkez Ethem, Serezli Parti Pehlivan, Topal Osman, Yahya Kahya gibi Milli Mücadele kahramanları Ermenilere yönelik katliamlara karışmış kişilerdi. Dahası, tehcir sırasında İskan ve Muhacirin Umum Müdürü olan Şükrü (Kaya), önce Bitlis daha sonra Halep valisi olan Mustafa Abdülhalik (Renda), Ermeni ölülerinin gömülmesinden sorumlu Sağlık Genel Müfettişi Dr. Tevfik Rüştü (Aras), Van Jandarma kumandanı olan Kazım (Özalp), İTCnin Ege Katib-i Mesulü Celal (Bayar) Bey, Emniyet Müdürü olan Ahmet Esat (Uras) gibi bir dizi önemli şahsiyet de Cumhuriyet döneminde milletvekilliği, valilik, emniyet müdürlüğü, bakanlık, meclis başkanlığı, cumhurbaşkanlığı gibi önemli görevlere getirilmişlerdi. (Yüzlerce kişilik liste için bkz. Sait Çetinoğlu, İttihat ve Terakkiden Kemalizme, Resmi Tarih Tartışmaları, C.3, Özgür Üniversite Yayınları, 2007, s. 45-96) Bu kadroların 1915te olanlar hakkında konuşmalarını beklemek elbette mümkün değildi.
MUSTAFA KEMALİN TUTUMU Peki, kendisi de İTC üyesi olan, ancak örgüt liderliğini Enver Paşaya kaptırdığı için arka plana itilen Mustafa Kemalin fikri neydi? Mustafa Kemalin, Ermeni Tehcirine karışmadığı genel olarak kabul edilen bir görüştür. Ancak Ermeni Tehciri hakkında gerçekten ne düşündüğünü öğrenmek kolay olmamıştır. Örneğin, Eylül 1919da Sivasta Mustafa Kemali ziyaret eden Amerikan Generali Harbord kendisine Ermeni kıtâli hakkında ne düşündüğünü sorduğunda, Ermenilerin katledilip sürülmelerinin hükümeti ele geçiren küçük bir komitenin eseri olduğunu kendisinin de bunu takbih ettiğini (kınadığı) söylemiştir. (Rauf Orbay, Rauf Orbay'ın Hatıraları, Yakın Tarihimiz Dergisi, Cilt 3, s.179) 24 Nisan 1920de, Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmada da 1915te Ermenilere yapılanları maziye aid fazâhat (geçmişe ait alçaklık) olarak tanımlamıştır. (Atatürk'ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmaları, Cilt I, Ankara:Kültür Bakanlığı Yayınları, 1991, s.59.) Ancak, General Kazım Karabekirin 15. Kolordusunun Karsa doğru yürüyerek Ermeni ordularını yendikten ve Ermeniler 3 Aralık 1920 tarihli Gümrü Anlaşması ile taleplerinden vazgeçmek zorunda kaldıktan sonra, o güne dek İtilaf Devletlerinin kulağına kar suyu kaçırmamak için gayet özenle seçilen dil ve politikasını değişecektir. 21 Şubat 1921de, Public Ledger-Philadelphia muhabirinin sorularına verdiği yazılı demeçte, Mustafa Kemalin şu sözleri yorum yapılmayacak kadar açıktır: İngilterenin sulh zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlandaya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya efkârı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olurlardı. (Atatürkün Milli Dış Politikası 1919-1923, C. 1, Ankara:Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981, s. 273)
GEÇMİŞE SÜNGER Nitekim, Lozan Barış Görüşmeleri sırasında, Türk tarafı en büyük mücadeleyi, tehcir suçlularının yargılanmasından vazgeçilmesi konusunda verdi. Aslında sadece Türk tarafının değil, Ermeni Tehcirinde dolaylı da olsa payı olan büyük devletlerin de eski defterleri açmaktan çıkarı yoktu. Asıl önemlisi, yeni kurulan Sovyet Rusya ile Britanyanın çıkar alanları arasında güvenli bir bölge oluşturulmasını gerekli gören İngilizler, yeni kurulan Türkiyeyi güçlendirmeyi seçmişlerdi. Lozan görüşmeleri boyunca, Ermeni Tehcirinin uygarlığa karşı bir meydan okuma olduğu söylendi, Ermenilerin çektiği acılara, başına gelen büyük felaketlere değinildi ancak 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenmiş bütün suçlar af kapsamına alınarak geçmişe sünger çekildi. Ardından Türkiyeye dönmek isteyen Ermenilerin yolunu kesecek bir dizi kanun ve kararname çıkarıldı. Aslında sadece İttihatçılarla örgütsel ya da ideolojik akrabalığı olan Kemalist elitler değil, ülkeden sürülmüş Ermeni mallarını talan eden, Ermenilerin çocuklarını besleme veya evlatlık alan, kızlarını haremlerine katan yerel eşraf ya da halk kesimleri, Ermenilerin el konulan zenginliklerini kendine sermaye yapan ticaret burjuvazisi, Ermenilerin boşalttığı alanlarda kendine iş alanı yaratan zanaatkarlar da hafızalarını sıfırlama ihtiyacı hissediyorlardı. Böylece elitler ve toplumdaki çıkarcılar arasında, önce Ermenilere yapılanları, sonra da doğrudan Ermenileri unutma konusunda bir konsensüs oluşacaktı.
MUSA DAĞDA KIRK GÜN KRİZİ Ama çok değil 10 yıl sonra yaşanan bir olay mağdurların hafızasının faillerin hafızasına benzemediğini gösterdi. Alarm zillerinin çalmasına neden olan, Prag doğumlu Yahudi entelektüeli Franz Werfelin Türkçeye Musa Dağda Kırk Gün (İstanbul:Belge Yayınları, 2007) adıyla çevrilen The Forty Days of Musa Dagh adlı romanının ABDde filme çekileceği haberleriydi. Werfelin romanı 1915 tehcirinde Antakya yakınlarındaki Musa Dağına sığınan beş bin kişilik Ermeni topluluğunun, Gabriel Bagratyanın liderliğinde 40 gün boyunca Osmanlı güçlerine karşı direnişini anlatıyordu. Roman, 1933 yılı Mart ayında Viyanada yayımlandığında büyük yankı uyandırmıştı ama Türkiye durumu ancak dokuz ay sonra idrak etmişti. Hükümetin ve basının elbirliğiyle gösterdiği tepki kısa sürede sonuç verdi ve Nazi hükümetinin Propaganda Bakanı Goebbels kitabın Almanyada yasaklandığını ilan etti. Ancak geç kalınmıştı, çünkü kitap Alman Yahudilerinin başucu kitabı olmuştu bile. Viyanalı yayıncısının, Werfeli 20 bin dolar karşılığında kitabın film haklarını dönemin devlerinden Metro Goldwyn-Mayere (MGM) satmaya ikna etmesi ve kitabın ABDde iki hafta içinde 35 bin kopya satarak 1934 yılı rekorunu kırması Türkiyeyi iyice telaşlandırdı. Başta Cumhuriyet ve Ulus olmak üzere gazetelerde, MGMnin bir Yahudi Şirketi olduğu vurgulanıyor, olayın Ermeni-Yahudi Komplosu olduğu ima ediliyordu. Aynı günlerde İstanbulda adeta rehine olarak tutulan Ermeni Cemaati Cismani Meclisi toplanıp olayı kınadığını açıklamaya zorlandı. Bir grup Ermeni, 15 Aralık 1935te Pangaltı Lisesinde toplanarak, kitabın nüshalarını İstiklal Marşı eşliğinde Türk milleti hakkında iftiralarla dolu olduğu gerekçesiyle yaktılar. (Bu olay hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Rıfat N. Bali, Musanın Evlatları Cumhuriyetin Yurttaşları, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, s. 109-40) 1936da Fransada kitabın Fransızca baskısının yayımlanması üzerine MGM filmi çekmekten vazgeçtiğini açıkladığında Türkiye, Ermenilere karşı ilk lobi savaşını kazanmış görünüyordu. Ancak bu olaydan sonra Türk tarafı uluslararası camiaya karşı daha kuşkuçu, daha savunmacı bir tavır içine girdi. Çünkü en ufak bir gevşeme halinde, kendilerinden hesap sorulacağını hissetmişlerdi.
ERİVANDA ANIT Türkiyede 1942 Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül 1955 yağmaları ile Türkiyedeki cemaat güçten düşürülürken, dünyadaki Ermeni diasporaları ekonomik ve siyasi açıdan kendilerini toparlamaya başlamıştı. Bir başka değişiklik, Ermenistanla diaspora arasındaki ilişkilerde yaşandı. 1921de Sovyet sistemine karşı çıktıkları için ülkeden sürülen Taşnaklar kendilerini diasporada Sovyet etkisinin yayılmasını önlemeye adadılar. Bunun sonucu olarak, 1950lere gelindiğinde Lübnan, İran ve Yunanistan başta olmak üzere pek çok ülkede Ermeni milliyetçileri pozisyonlarını güçlendirmişlerdi. Bu süreç sömürgeciliğin tarihe gömülüşü ile üst üste düşmüş, dünyanın dört bir yanında boy gösteren bağımsızlık hareketleri, Ermeni milliyetçileri için yeni bir model oluşturmaya başlamıştı. 1965te, tehcirin 50. yıldönümünde, içten ve dıştan gelen baskılara karşı koyamayan Sovyet rejimi ilk kez 1915 olaylarının anılmasına izin verdi. Gösteriler Erivanda yüz binlerce kişiyi bir araya getirdi. 24 Nisan 1967de Evrivanda (Yerevan) açılan Medz Yeghern (Soykırım) Anıtı açıldı. Devlet Akademi Tiyatrosundaki törene Ermenistan Komünist Partisinin üst düzey yöneticileri, Ermeni Kilisesi Patriği, Dünya Astronomi Derneği Başkanı Victor Hampartsumyan, Sovyet Atom Enerjisi Komitesi Başkanı Antranik Bedrosyan, MİG uçaklarının tasarımcısı Andom Mikoyan gibi ünlü Ermeniler katılmıştı. Ancak, akademinin dışında kısa sürede 100 bine yakın kişinin toplanması ve hep bir ağızdan İttihat Terakkiyi lanetleyen sloganlar atması, bir ilki sessiz sedasız gerçekleştirerek gelecekteki projelere yol açmayı arzu eden Ermeni komünistlerini telaşlandıracak, topraklarımızı isteriz, vatanımızı isteriz diye haykıran kalabalığı yatıştırmak Patrik Hazretlerine düşecekti. Gösteriler Erivanın sokaklarına yayılarak gün boyu sürmüş, aynı gün Moskovada birkaç yüz üniversite öğrencisinden oluşan bir grup Türk Elçiliğini işgal edip bayrağını yarıya indirmişlerdi. (Kaynak: Haig Sarkissian 50th Anniversary of the Turkish Genocide As Observed in Erevan, Armenian Review, Vol. 19. no.4, Winter 1966:23-28) TÜRKİYENİN TEPKİSİ 9 Nisan 1965 tarihli Hürriyetteki bir haber şöyle diyordu: Rumların tahriki ile 24 Nisanda Ermeni katliamı adı altında bütün dünyada eski bir olayın istismar edilerek anma törenleri tertip olunmasını şehrimizde yaşayan on binlerce Ermeni vatandaş nefretle karşılamışlardı. İstanbuldaki Ermeniler (
) Bu olsa olsa Kıbrıs Rum Dışişleri Bakanı Kipriyanunun bir dalaveresidir. Bazı Ermeniler de bilmiyerek buna alet olabilirler. Biz Türkiye Ermenileri maziyi unutmuş, şimdi tam bir huzur ve mutluluk içinde yaşıyoruz. Haberde dikkati çeken husus, Ermeni milliyetçiliğine karşı kitleleri harekete geçirmek için Kıbrıs meselesi bağlamında Rum düşmanlığı ile bağlantı kurma ihtiyacının duyulmasıydı. Aslında bu anlaşılır bir durumdu çünkü Türk halkı daha iyi bildiği güncel bir sorunun katalizörlüğü olmadan, izlenen sistematik unutturma politikaları yüzünden Ermenilerin Türklerden ne istediğini hatırlamayabilir, dolayısıyla Ermenilere neden karşı çıkmak gerektiğini anlamayabilirdi. Hürriyet gazetesi aracılığıyla iletilen tehdidin ciddiyetini anlayan Türkiyedeki Ermeni Katoliklerin Ruhani Reisi Başpiskopos Boğos Kireçyan, toplum liderlerinden Dr. Karabet Arman, Cumhuriyet Senatosu eski üyesi Berç Turan, Türkiye Ermenileri Patriği Şnork Kalustyan ve Bay Yüzde Beş diye tanınan Kalust Sarkis Gülbenkyanın oğlu Nubar Gülbenkyan gazetelere verdikleri mülakatlarla rejime sadakatlerini bir kez daha ilan etmek zorunda kaldılar. Bu beyanlardan sonra Milliyet başyazarı Refii Cevat Ulunay konuyu bağladı: Ahmet Refik [Altınay] merhumun dediği gibi [söz konusu olan] biri İttihat ve Terakki, diğeri Taşnak olan iki komitenin iki kıtalidir. Bunun tekrar münakaşasını tarih dahi istemez. (Kaynak: Rıfat Bali, Türk Basınında ve Türk-Ermeni Toplumunda Ermeni Kıyımının 50. yıldönümünün Yansımaları, Toplumsal Tarih, Mart 2007, S. 159, s.62-65.) ASALA ŞOKU 1973 yılında Türkiye'den göç etmiş Mıgırdıç Yanıkyan isimli yaşlı bir Ermeni halı tüccarı yemeğe davet ettiği Los Angeles Başkonsolosunu ve yardımcısını tabanca ile vurduğunda olay Türkiyede büyük yankı yapmıştı. Cinayet siyasi değildi ama 1975ten 1985e kadar devam eden ASALA (Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia, Ermenice Hayastani Azatagrut'yan Hay Gaghtni Banak) eylemlerine ilham verdi. Muhtemelen Ocak 1972'de, Lübnan'da, Bekaa'da kurulan ve FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) ve FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) ile dayanışma içinde davranan ASALA, yıllardır Ermeni taleplerine kulaklarını tıkayan Türkiyenin üzerindeki ölü toprağını kaldırmak için son derece acımasız bir yol seçti ve 1975ten itibaren Türkiye'nin diplomatik temsilciliklerine ve Türk Hava Yolları bürolarına 35 saldırı yaptı. Batı hem de Doğu Bloğu ülkelerinin desteğini alan örgütün 1983'te Paris'in Orly Havaalanındaki THY bürosuna yaptığı saldırıdan Fransız vatandaşlarının da zarar görmesi üzerine Fransa ASALA'ya resmen, eylemlerini dışarıda yapma uyarısında bulundu. Ardından örgüt lideri Agop Agopyanın öldürülmesi ve dünyada politik iklimin değişmesiyle dağıldı. Ancak örgüt hedefine ulaşmış, soykırım meselesi Türkiye ve dünya kamuoyunun gündemine sokulmuştu. 10 yıl süren bu dönem, Türk kamuoyunun belleğinde büyük izler bıraktı. Özellikle, Batı ülkelerinin uzun süre, ASALAyı onayladıklarını düşündüren tutumları, dış düşman kavramsallaşmasını ve retoriğini yeniden canlandırdı. Daha doğrusu, bu olaylar geriye dönük bir tarih okuması ile İttihatçılar bu tehlikeli grubu ortadan kaldırmakta çok haklıymış düşüncesinin toplumun bilinçaltına yerleşmesine yardımcı oldu. ASALA eylemlerinin diğer bir sonucu, Türkiye bürokrasisinin en mantıklı, en soğukkanlı, en tecrübeli kadrolarına sahip olduğu bilinen/ileri sürülen Dışişleri Bakanlığının, Ermeni soykırımı iddialarına karşı en tepkisel tavırları gösteren bakanlık haline gelmesi oldu. Çünkü, bakanlık için konu adeta kişisel bir kan davası olmuştu. PARLAMENTO KARARLARI Her uluslararası sorunda Ermeni parmağı aramak, Türkiyeden farklı düşünen her ülkenin Ermeni diasporası veya lobileri tarafından yönlendirildiğini düşünmek şeklinde tezahür eden paranoyak tutum, 24 Nisanın dünyanın çeşitli ülkelerinde bir biri ardına Ermeni Soykırımını anma günü ilan edildiği 1980lerden itibaren iyice belirginleşti. Türkiyeye baskı yapmak isteyen diaspora gruplarının yaşadığı ülkelerin parlamentolarında çıkarttıkları soykırımı tanıma kararları ile Türkiye iyice köşeye sıkıştı. Böylesi bir atmosferde Sovyetler Birliği dağıldı ve Ermenistan 25 Ağustos 1990'da bağımsızlığını ilan etti. Türkiye Ermenistan'ı ancak 1,5 yıl sonra, 16 Aralık 1991 tarihinde tanıdı, ama o tarihten bu yana diplomatik ilişki geliştirmedi. Çünkü Ermenistanın varlığı yıllardır özenle gömmeye çalıştığı bir tarihin adeta hortlaması anlamına geliyordu. Hem bu hortlaktan uzak durmak için, hem de iki toplum arasındaki sıcak ilişkileri önlemek için kısa dönemler dışında sınırlar hep kapalı tutuldu. Bunun nedeni olarak Ermenistanın 1920 tarihli Gümrü Anlaşmasını tanımaması, 1990 tarihli Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesi'nin 11. maddesinde soykırıma atıfta bulunulması, devlet armasında Ağrı Dağı'nın yer alması gösteriliyordu. (Ermenistan yöneticileri, son yıllarda defalarca Gümrü Anlaşması konusunda bir itirazları olmadığını açıkladılar ancak Türkiyeyi ikna edemediler.) 1992 yılında ABD Kongresinin eski Sovyet Cumhuriyetlerine yardımını öngören Freedom Support Act (Özgürlüğü Destekleme Yasası) yasasına Ermeni lobisi tarafından eklenen Section 907 maddesi ile Azerbaycana yardım yapılması 10 yıl boyunca engellenince, Azerileri soydaş olarak kayırmayı milli görev edinmiş olan çevreler Ermenistanla ilişkileri iyice azalttılar. ABDdeki Ermeni diasporasının lobi ve fonlama kuruluşlarının ABD Kongresinde ve medyasında etkin olması, başta dışişleri çevreleri olmak üzere pek çok kesimde Ermeni antipatisini güçlendiren bir unsur oldu. Buna, bir de Dağlık Karabağ sorunu eklenince durum iyice kilitlendi. Peki bu sorunun Türkiye ile ilgisi ne? Aslında Türkiye ile ilgisi yok, sadece soydaş Azerbaycanla ilgisi var. DAĞLIK KARABAĞ MESELESİ Ermenistan toprağı ile çevrili 4,4 kilometrekarelik Dağlık Karabağda, Azeri nüfus Rus hakimiyetine girdiği 1828 tarihinde, Ermeni nüfustan biraz daha fazlaydı. Bundan sonra Ermenilerin sayısı Azerileri geçmeye başladı. 1915ten itibaren Osmanlı Devletinin sürdüğü Ermenilerin bir kısmının bölgeye sığınmasıyla Ermeniler nüfusun yüzde 80-85ini oluşturdular. 1 Aralık 1920de Dağlık Karabağın kaderi konusunda Azerbaycan, Ermenistan ve Rusya Komünist Partisi temsilcileri arasında bir toplantı yapılmıştı. Oylamada Azerbaycan lideri Nerimanovun karşı çıkmasına rağmen Karabağın Ermenistana bağlanması kararı çıkmış, bu karar Rusya Komünist Partisinin Kafkaslar sorumlusu Orconikidze tarafından Lenin ve Staline ulaştırılmış, 4 Aralık 1920 tarihli Pravdada Milliyetler Komiseri Stalinin, bu kararı teyit eden açıklaması yayınlanmıştı. Ancak birkaç ay sonra, Türkiye ile Sovyet Rusya arasında Moskova Anlaşması imzalandı ve anlaşmanın ödülü olarak, Nahcıvan, Azerbaycanın kontrolünde otonom bir bölge olarak tanımlandı. Bir ay sonra, Bolşevikler Zengezur bölgesinde Taşnaklar tarafından yönetilen milliyetçi bir Ermeni direnişi ile karşılaşınca, Zengezuru Ermenistanla Azerbaycan arasında paylaştırdılar ve Dağlık Karabağa özerklik verdiler. (Zengezur, bugün Ermenistanı tek dostu İrana bağlayan tek kapı. Bu yüzden Azeriler, o tarihte Zengezurun yarısını Ermenilere kaptırdıkları için hâlâ hayıflanırlar.) Ermeni komünistleri, aydınları, Dağlık Karabağ oblastı ve Nahcıvan Otonom Sosyalist Cumhuriyeti ile ilgili tarihsel iddialarını, iç ve dış koşullarda yaşanan bazı gelişmeler sonucu görece özgürleştikleri 1965ten sonra açıkça dile getirmeye başladılar. Bu talep, bir anlamda, SSCBnin milliyetler meselesini çözebilme kapasitesine yönelik bir testti. 1967 boyunca Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki tartışmalara SSCB Komünist Partisi karışmadı. Ancak aynı yılın Ağustos ayında Dağlık Karabağda bir Ermeni çocuğun bir Azeri tarafından öldürülmesi, Azeri yetkililerin katili cezalandırmakta gönülsüz davranması üzerine çocuğun ailesinin de katili öldürmesiyle patlak veren olaylar ancak Sovyet Ordusunun müdahalesi ile yatıştı ama artık ok yaydan çıkmıştı. 19-29 Eylül 1967de Türkiye Başbakanı Süleyman Demirelin Bakuye yaptığı ziyaretin büyük törenlerle kutlanması Ermenilerde büyük bir şok yarattı. Bu, Sovyetler Birliğinin ve Azerbaycanın dış politikasındaki yön değişikliğine işaret ediyordu. Azeri tarihçi Ziya Punyatovun Karabağ Ermenilerinin 11. yüzyılda Gürcüleşmiş, sonra da Ermenileşmiş Azeri Hıristiyanları olduğunu iddia etmesi ortamı iyice gerdi. Tartışmaya Sovyetler Birliğini Ermenistanda yeni bir İsrail yaratmaya çalışmakla suçlayan Türk yazarların katılması gerilimi iyice arttırdı. Anlaşıldı ki, sosyalizm de milliyetler meselesini çözememişti. (Kaynak:R. H. Dekmejian, Soviet-Turkish Relations and Politics in the Armenia SSR, Soviet Studies, Vol. 19, no. 4 (April, 1968): 510-525) Ancak Ermeni aydınlarının umdukları gelişmeler olmadı, sorun ileriki bir tarihte çözülmek üzere buzdolabına konuldu. Doğu Bloğunun dağılmaya yüz tuttuğu 1987- 1991 yılları arasında Ermeniler ve Azeriler arasında çıkan çatışmalarda iki taraftan ölümlerin olması durumun vahametini gösteriyordu. Azeriler Sumgayit ve Bakude, Ermeniler Hocalıda ciddi katliamlar yaptılar. Ermenistan Dağlık Karabağı Aralık 1989da ilhak ettiğinden beri yaklaşık 200 bin Azeri kaçkın Azerbaycandaki mülteci kamplarında son derece insanlık dışı koşullarda hayatını devam ettirmeye çalışıyor. Avrupa Birliği Ermenistanı AGİTin (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) MİNSK Grubu adlı organıyla sıkıştırmaya çalışıyor. Kendi de benzeri sorunlara uğraşan ancak bir türlü çözemeyen Türkiye ise, yaklaşık 200 yıllık bir geçmişi olan bu etnik mesele çözülmeden Ermenistanla diplomatik ilişki kurmam diyerek, deyim yerindeyse arabayı atın önüne koşuyor. Halbuki pek çok kişi Türkiyenin Ermenistanla ilişkileri düzelse, meselenin çözümüne katkıda bulanabileceğini düşünüyor.
SÖZDE TERİMİNİN İCADI Dağlık Karabağ parantezini kapayıp, Türkiyede Ermeni Meselesinin nasıl tabu olduğu konusuna geri dönersek, 1992de Taner Akçamın Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu (İletişim Yayınları, İstanbul) adlı kitabının yayınlanması resmi tezin ilk kez sorgulanmasına neden oldu. Kitap, büyük satış rakamlarına ulaşmadı ama Taner Akçam ve onun yolundan giden araştırmacılar, ölüm sayısı resmi tarihçilerin söylediğinden çok daha yüksek olmakla birlikte, sayıların birincil önemde olmadığını, çünkü tehcirin esas amacının Ermenileri bir etnik grup olarak yok etmeyi amaçladığını ileri sürdüler. Onlara göre, ortada bir soykırım suçu vardı ve uluslararası hukuk metinlerinin gösterdiği gibi, soykırım suçunda sayılar önemli olmadığı gibi, ille de öldürme eyleminin olması bile gerekmezdi. Resmi çevreler, bu iddiaya soykırım teriminin ilk kez 1944'te kullanıldığını, dolayısıyla, 1915-1917 olaylarını nitelemekte kullanılamayacağını söyleyerek karşı koymakla yetinmediler, sözde Ermeni soykırımı gibi garip bir terminoloji icat ettiler. Öyle ki, son yıllara kadar başına sözde getirmeden Ermeni Meselesini tartışmak imkansız hale getirildi.
TARİHİ TERSYÜZ ETMEK Ardından iş sayılarla oynamaya geldi. Bırakın Kamuran Gürünün 300 bin ölü rakamını telaffuz etmeyi, önce sayı 100 bine, sonra 6 bine indirildi, sonra bu da fazla gelerek asıl Ermenilerin Türklere soykırım yaptığı söylenmeye başlandı. Bu iddialar, 1915 olaylarının intikamını almak üzere 1916dan itibaren Rus orduları ile, 1919dan sonra Fransız orduları ile geri dönen Ermeni çetecilerin, Erzurum ve Antep havalisinde katliamlara dayandırıldığı için, olayların kronolojisini bilmeyen kesimlerce inandırıcı bulunuyordu. Sonra yurdun dört bir yanında Ermenilerin Türklere yaptığı soykırımın anısına anıtlar dikilmeye başlandı. Türk Ceza Kanununun 305. maddesinin gerekçe bölümüyle Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni Soykırımının meydana geldiğini söylemenin suç sayılması 25 Mayıs 2005 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi öncülüğündeki bir grup bilim adamı tarafından düzenlenen "İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları" başlıklı konferansın, Adalet Bakanı Cemil Çiçekin konferansı düzenleyenler için "bizi arkadan hançerlediler" ifadesini kullanmasının ardından iptal edilmesi, devletin işi tarihçilere bırakalım sözlerinin ne kadar boş olduğunu gösterdi, Hırant Dinkin katledilmesi ise, bu işe el atmanın ne kadar ölümcül olabileceğini. Bakalım 90 yıllık paslı kilidi açmayı ne zaman başarabileceğiz?
|
|
|
||
|
|||||
|
|||||
|
|||||
|
|||||